İslam coğrafyasında “on bir ayın sultanı” olarak tanımlanan mübarek Ramazan ayına tekrar “merhaba” diyoruz, bu akşam yani 12 Nisan tarihinde ilk sahuru yapacağız 13 nisan salı gününe oruç tutarak başlayacağız.
Bütün dünya ile birlikte bizi de sarıp sarmalayan ve derin acılar içerisinde bırakan salgın dolayısı ile olumsuz yönde değişen hayatımızın değişmez bir parçası olarak bildiğimiz İslam’ın beş şartından birisi olan oruç ibadetini de salgın şartları altında yerine getirmeye çalışacağız.
Biz kendimizi bildik bileli oruç tutuyoruz, son derece kalabalık biz ailenin ferdi olarak geçmişte yerine getirmeye çalıştığımız oruç ibadetinin geldiği ramazan ayındaki keyfi-heyecanı ve mutluluğu anlatmaya kalksak sahifelere sığmayacağını da çok iyi biliyoruz.
Biz oruç ibadetini kış mevsiminin çok soğuk ve kısa sayılabilecek günlerde de olabildiğince sıcak ve bir o kadar sıcak günlerde de yerine getirdiğimizi hatırlıyoruz, ancak kışın soğuğunda da yazın kavurucu sıcağında da kalabalık bir sofranın etrafında minareden gelen ezan sesi ile birlikte açtığımız iftarın tadını bugün bile unutmanın mümkün olmadığını anlıyoruz.
Annemizin, babamızın sağ olduğu dönemlerde ertesi gün tutacağımız oruç için zaten sahura kalkmamak mümkün değildi, bir dönem her ne kadar iftar sonrası uyuduğumuz için sahura kalkmak biraz zor olsa da sonraları sahura kadar uyumadığımızdan son derece kalabalık ve keyifli sahur yemekleri yediğimizi hatırlıyoruz.
Normal şartlarda o zamanlarda ramazana birkaç gün kala tüm aile fertlerini bir “ramazan alışverişi” heyecanı kaplardı, sanki bizim ramazanda tüketeceğimiz gıdaları başkaları alacakta bize kalmayacak korkusu ile tüm ev halkının bir arada olduğu zaman “erzak listesi” yapılır ve birkaç gün süre ile listenin tamamı eksiksiz bir şekilde tedarik edilmeye çalışılırdı.
Ramazanın ilk gününde bizim için değişmeyen tek ihtiyaç “Vişneli ve sade kaymaklı ekmek kadayıfıydı” Şimdi hayatta olmayan bir hacı abimizin işlettiği bir pastaneye ramazandan bir yada iki gün önce verdiğimiz “kaymaklı ekmek kadayıfını” hacı abi o hünerli elleri ile hazırlar, tam kıvamındaki şerbetini katar, yanında leziz kaymağı ile birlikte “Yüksel bey evladım siparişin hazır” diye aradığında dünyalar bizim olurdu.
Ramazanın ilk günü kabul edelim etmeyelim biraz çetin geçerdi, yılın on bir ayı hangi saatte yemek yiyeceğine alışmış vücut birden bire kahvaltı ve öğle yemeğini bulamayınca ister istemez bir yorgunluk başlar pek çoğumuzun kan şekeri düşerdi.
Bütün bunlara rağmen iftara saatler kala hepimizin ortak derdi bulabildiğimiz en yakın fırının kapısında pide kuyruğuna girmekti, Ramazanın ilk günü olması nedeni ile kıymalı-kaşarlı-kavurmalı pide siparişleri verilmez eğer hazırda varsa ve fırıncı tanıyorsa “yumurtalı pide” talebinde bulunulurdu.
İftar yapıldıktan sonra işin doğrusu terevih namazına gitme gibi bir alışkanlığımız olmadığından mevsim yaz ise püfür püfür esen bir çay bahçesinde hava soğuksa üşümeyeceğimiz kapalı bir alanda koyu bir sohbet eşliğinde çay içmek müthiş keyifli bir etkinlikti.
Ramazan ayının ilk haftasından sonra geleneksel hale gelen “iftara misafir çağırma” günleri başlardı, genellikle aile büyüklerinin müsait olduğu akşamlar evlerinden alınan misafirler iftarda gerekli ikramlar yapıldıktan sonra yine evlerine bırakılırdı.
Son 10 yıla kadar bizim gibi mesleği gazetecilik olanların evde iftar yapması nerede ise mucizelere bağlı bir hadiseydi, başta siyasi partiler olmak üzere STK’lar, yöresel dernekler tarafından gazete merkezlerine bırakılan davetiyelerin sahipleri gün içerisinde “Sakın gelmemezlik yapmayın darılırız valla” şeklindeki taleplerine yetişmek adına bir akşamda birkaç iftara yetişmek gibi bir zorunluluk vardı.
Son dönemlerde yine sözünü ettiğimiz bu partiler ve STK’lar tarafından daha dar kapsamlı ve isme özel sahur programları düzenlenmeye başlamıştı, Aslında bu sofralar daveti yapanda davete katılanda birbirlerini gördükleri hasret giderdikleri toplantılardı.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi biz muhtemelen on yıldır kendilerini “protokol” diye adlandıranların her akşam başka bir yerde oldukları iftar programlarını artık “şekilcilik” olarak değerlendirdiğimizden katılmama kararı almıştık ki geçen yıldan itibaren imdadımıza pandemi yetişti.
Annemiz babamız zaten hayatta değil, kardeşlerimizde artık yaşlandılar ve böylesi iftar sofralarını kendi çocukları ile paylaşır oldular, Geçen yıl evlerde kısmen iftarlarda misafirler oluyordu ancak bu ramazanda onlarda yok.
Bu ramazan ayında toplu iftarlar yasak, dolayısı ile sahur programları da yasaklandı, ilk anlarda “Teravih namazı gerekli önlemler alınarak kılınabilir” şeklinde görüş belirtilmiş olsa da durumun vehameti iyiden iyiye insan hayatını tehdit etmeye başlayınca “Bu ramazanda toplu teravih namazı yok” kararı alındı.
Biz bu ramazanda yine gerekli tedbirler çerçevesinde pide almaya çalışacağız ancak kuyrukların sağlığımızı olumsuz yönde etkileyeceğini düşündüğümüzden fazla da ısrarcı olmayacağız.
İftar ortalama 19.30’da yapılacak, çorbaydı, pilavdı, tatlıydı, yemek sonrası demli bir çaydı derken bir bakacağız sokağa çıkma yasağının başladığı 21.00’e kadar gelmişiz.
İftar sonrası evimizin önünde kısa mesafeli yürüyüşler yapıp yapamayacağımızı bilemiyoruz, Ancak hem bizim hem de çevremizdeki insanların sağlığını tehlikeye atabilecek davranışlardan dün olduğu gibi bugünde olabildiğince kaçınmaya çalışacağız.
Geçen yıl olduğu gibi bu yılda “boynu bükük” bir ramazan ayı geçireceğimizi söylemek durumundayız, Salgının en üst noktalara kadar çıktığı, kayıplarımızın her gün biraz daha yükseldiği bu günlerde mübarek ramazan ayının tüm İslam alemine hayırlar getirmesini temenni etmekten başka bir talebimiz de zaten yok.
Allah tuttuğunuz orucu kabul etsin.