Ben, yer bilimci, jeolog, mühendis, mimar vb. bir alanda uzman değilim. Bu yüzden bilimsel bir açıklama yapma derdinde de değilim. Ben yaşadıklarımdan ve gözlemlediklerimden yapmış olduğum çıkarımları sizlerle paylaşmak ve topluma bir nebze de olsa sosyal anlamda ışık tutma ve destek olma adına bu yazımı yazma gereği duydum.
Deprem ve depremin fiziksel ve sosyal boyutlarını açıklayabilmek için öncelikle depremin bilimsel tanımıyla başlamak gerekir. Deprem; başlangıç noktası yerin içinde, derinlerinde bulunan, yerkabuğu katmanlarının kırılıp yer değiştirmesi, yanardağların püskürme durumuna geçmesi gibi doğal bir nedeni olan yerkabuğu sarsıntısıdır. Ayrıca, deprem; yer sarsıntısı veya zelzele, yer kabuğunda beklenmedik bir anda ortaya çıkan enerji sonucunda meydana gelen sismik dalgalanmalar ve bu dalgaların yeryüzünü sarsması olayıdır. Sismik aktivite ile kastedilen, meydana geldiği alandaki depremin frekansı, türü ve büyüklüğüdür.
Sosyal boyut ise, toplumsal hareketler, halkbilim gibi kavramları kapsamaktadır. Yani doğanın temel değişimlerinden, halkın ve toplumların etkilenmeleridir. Bu kimi zaman olumlu yönde, kimi zaman ise olumsuz yönde oluşmaktadır. Doğadaki değişimler halkın ve toplumların ihtiyaçlarını karşılamaya dönük ise, sonuçları da olumlun olmaktadır. İnsanların her türlü yaşam kalitesi artmakta olur. Ancak, doğada ki değişimler olumsuz ve fiziksel olarak bir yıkım şeklinde gerçekleşmişse, bunun sonucunda insanlarda olumsuz olarak etkilenmişlerdir. Bu olumsuzluklar, hem maddi hem manevi yönden bir yıkımı ifade eder. İşte depremlerin sosyal boyutu da bu şekilde toplumları değiştirir.
Malum ülkemiz coğrafya olarak her yanıyla deprem kırıklarıyla kuşatılmış, her an bir felakete dönüşebilecek bir konuma sahiptir. Hemen her yıla yakın bir zaman dilimi içerisinde ülkemizin bir köşesinde deprem meydana gelebilmektedir. Bu durum aslında sadece bizim ülkemiz için geçerli bir durum değildir. Bu durum tüm dünyamızın acı bir gerçeğidir. Dünyanın her bir köşesinde bu tür depremsel faaliyetler görülmektedir. Tabi ki önce can, sonra canan misali bizim önceliğimiz ülkemiz olmaktadır. Her deprem sonrası, yıkılan binalar, kaybolan hayatlar, sakatlıklar, uzun süren yaralanmalı tedaviler ve çadırlarda geçen zamanlar. Hatta en önemlisi de yıkılan hayaller olmaktadır. Hayaliniz yıkıldığı an beşeri ilişkileriniz, toplumsal faaliyetleriniz, yaşam kaliteniz her şeyiniz ama her şeyiniz silinip gidiyor. Yani depremin vurduğu fiziksel boyuttan yüzlerce kat daha büyük bir sosyal boyutu yaşamınızı olumsuz olarak etkiliyor.
Yukarıda saymaya çalıştığım acı gerçeklerle birlikte, hayattan ve yaşananlardan ders almadığımız gibi bir gerçeklikle de karşı karşıyayız. Örneğin, hala milyonlarca insan yarın yıkılacağını bildiği kalitesiz ve çürük yapılarda ikamet etmektedir. Binasının yıkılacağını bile bile değişim yapmaktan kaçınmakta ve yapılacak olan değişimden başka bir türlü fayda sağlama derdine düşmektedir. Binasının sağlamlaştırılmasını bir kenara bırakıp, binayı yenilerken nasıl daha fazla getirim sağlayabileceğinin derdine düşmektedir. Özellikle İstanbul gibi bir anakentte, yarın her hangi bir deprem sonrasında yüz binlerce binanın yıkılacağı, belki de yüz binlerce insanın yaşamını yitirebileceği bir gerçeklik ortada duruyorken hala insanların kentsel dönüşümden, rantsal dönüşüme yönelik hesaplar içine girmiş olmaları da ayrı bir can yakıcı durumdur. Aslında insanlar, binasının maddi getiri boyutunu hiç ama hiç düşünmeden binasını sağlam bir binaya nasıl dönüştürürüm ve bu sağlam binada nasıl oturabilirim-in hesabı içinde olmalılar. Bilimsel bir sosyal bir gerçeklik olan ‘’Deprem öldürmez, bina öldürür.’’ tezini iyi bir şeklide değerlendirmelidirler. Kentsel dönüşümlerde devletimizin yasalarda ki değişim ve dönüşüm ölçütlerini daha kolaylaştırması ve yasal engelleri insanların durumlarının da suiistimale uğramadan ortadan kaldırarak bir an önce kentsel dönüşüm faaliyetleri içerisine girmesi gerekmektedir.
Depremin başka bir sosyal boyutu daha var. Özellikle Türk toplumu, acı, elem, keder, zor anlar ve felaketler karşısında dik durmayı, kenetlenmeyi, dayanışmayı en iyi şekilde yönetebilen bir topluluktur. Bu felaketler karşısında özellikle de duygusal yanımız çok ama çok ağır basar. Maddi ve manevi yönden acıyı içimizde hissederiz. Uzakta olsak bile o felaketi kendimiz yaşamış gibi hissederiz. Buna göre de, toplumumuzun büyük bir bölümü maddi ve manevi ne yapmamız gerekiyorsa onu yaparız. Belki azınlıktır ama yine de gözümüzden kaçmayan; ne acıdır ki, önemsemeyen, vurdumduymaz bir kesimin de varlığını görmekte ve gözlemlemekteyiz.
Bir yanda depremin acısını içinde hisseden halk, diğer yanda olağan günlük yaşamından bir gram bile taviz vermeden davranış gösteren bir halk kitlesini görmekteyiz. İki gün geçmeden acı gerçeğin yaşandığı gün bile eğlence salonlarının tıklım tıklım dolduğu, vur patlasın-çal oynasın eğlenmelerin olduğu gerçeklikte bir o kadar canımızı acıtmaktadır. Bir ay yemesen-içmesen, oynamasan-eğlenmesen ne kaybedersin? Bir an için o gerçekle yaşayanlar için duygudaşlık yapabilsen, ne kaybedersen? Hani derler ya; ‘’yaşayan ya da çeken bilir’’ o misal, bir an için kendin yaşamış gibi kabul etsen aslında her şey yolunda olacaktır. Ama o kadarını bile kavrayacak aklı olmayan insanlar ya da topluluklar bile görmekteyiz. Hatta ve hatta bu durumlardan menfaat bile sağlamaya çalışan insanlar olduğu da ayrı bir gerçektir.
Duyarlı toplumlar, deprem gibi felaket anlarında sorumluluk sahibi olur ve ortamın durumuna göre pozisyon alır, kendini acı çeken halkın yerine koyar; kendisine yapılmasını istemediği bir davranışın başkasına da yapılamayacağını düşünerek hareket ederler. Bence bu gibi durumlarda ULUSAL YAS ilan edilmeli ve her türlü eğlenceli etkinlikler bir süre askıya alınmalıdır. Ama en önemlisi de belki yarın belki yarından da yakın bir zamanda deprem gerçeğiyle yüzleşecek olan İstanbul’da kentsel dönüşüm mekanizması devlet eliyle bir an önce hayata geçirilmeye çalışılmalıdır. Bu konuda hem Çevre ve Şehircilik Bakanlığı hem de belediyeler eliyle acil kodlu çalışmalar başlatılmalıdır. Özellikle de yer bilimcilerin uyarılarını dikkate alarak bir önce çalışmaları başlatmalıdırlar.
Yaşar GELER
Uz. Eğitimci-Yazar