Eserlerini yıllar yılı büyük bir keyifle okuduğumuz Amin Maalouf, Beatrice’den Sonra Birinci Yüzyıl kitabında ‘’Benim vatanımın bir kentler galaksisi olduğunu anlat onlara! Senin ve benim Doğu’nun ışığından doğduğumuzu ve Batı’nın bizim ışığımızla uyandığını anlat onlara! Bizim Doğumuzun her zaman karanlıklara gömülü olmadığını söyle! Onlara İskenderiye’yi, İzmir’i, Antakya’yı, Selanik’i, Krallar Vadisi’ni ve Ürdün’ü ve Fırat’ı anlat.’’diyerek Doğu ile batı arasındaki mesafeleri özetlemeye çalışıyor..
Son günlerde Yunanistan sınırlarına dayanan ve oradan da Avrupa Ülkelerine sığınmacı olarak gitmek isteyen on binlerce insanı görünce aklımıza bir anda Amin Maalouf’un ifadeleri geldi ancak bir taraftan da Doğu insanının bulabildiği her ortamda kendisini Batıya atabilmek için canını bile vermekten çekinmeyen pozisyonlarını izah edememenin sıkıntısını yaşamaya başladık.
Dikkat edilirse bizim sınırlarımız içerisinde yaşayan İran-Afganistan- Suriye başta olmak üzere bu coğrafyaya mensup ülkelerdeki insanların yarışırcasına Batı Ülkelerine gitmeye çalışmaları ne ilktir nede son olacak.
Daha doğar doğmaz kendisini Ortadoğu’da hiç bitmeyen bir savaşın içerisinde bulan insanlar iletişim araçları sayesinde Batıda var olan insan haklarını, Sosyal hayatı anında görüyor dönüp birde kendi ülkesinde yaşadıklarını görüyor ve o andan itibaren de herhangi bir batı ülkesine gitmek adete bir hayat nizamı oluyor.
1960’lı yılları hatırlayalım Türkiye darbeler ile uğraşırken kendi Başbakanını bile asmaktan çekinmeyecek bir utanç içerisinde iken batı olabildiğince hızlı bir şekilde teknoloji geliştirmeye, dolayısı ile insanını daha rahat bir hayat yaşatacak gelişmeleri ülkesine kazandırmaya çalışıyordu.
İşte ilk göç Türkiye’den başta Almanya olmak üzere sanayileşmesini tamamlamaya çalışan Batı Ülkelerine doğru yaşanmaya başladı, Batı ülkelerinin ihtiyacı olan iş gücünün karşılanması adına bir baktık ki Anadolu’dan daha bırakın sınırları içerisinde yaşadı Vilayeti ilçe merkezini bile görmemiş on binlerce Anadolu insanı ekmek parasını kazanabilmek adına Avrupa ülkelerinin yolunu tuttu.
Takip eden yıllarda Avrupa ülkelerinde milyonlarca Türk vatandaşının Batı Ülkelerinin kalkınmasına fayda sağladığına şahit oluyoruz, işin daha kötüsü artık şartlar ne olursa olsun Türk insanının Batı ülkelerinden geri dönme niyeti de yok.
1960’lı yıların sonunda bizim gibi pek çok ülkenin vatandaşı da Batı ülkelerine çalışmak için gittiler, Doğu insanının iş gücünü sonuna kadar savunan batı ülkeleri son 20 yıldır son derece güzel bir hayat sürerken biz maalesef yerimizde saymaya devam ettik.
İşin doğrusu bizim tarihçilerimizin, Felsefecilerimiz, Sosyologlarımızın bu durumu enine boyuna araştırması gerekiyor, Öyle ya aynı gezegen içerisinde yaşayan milyarlarca insanın bir kısmı son derece mutlu geriye kalan ise yiyecek ekmek bulamıyor .
Bu sorunun cevabı bulunmadığı takdirde dün Doğudan batıya başlayan göç asla durmayacak, İnsanların daha rahat bir hayat yaşama isteği asla son bulmayacak.
Bu Coğrafyada savaşlar bitmiyor, İnsan haklarında olağanüstü sıkıntılar var, Kendi başarısızlıkları yüzünden Emperyalist ülkelerin uydusu olmuş ülkelerin insanları ilk çare olarak Türkiye’yi görüyor, bulabildiği ilk anda da Batıya ulaşabilmenin planını yapıyor.
Dünyaca ünlü Kolombiyalı yazar Gabriel Garcia Marquez Yüzyıllık Yalnızlık adlı şaheser romanında; “İnsanın oturduğu toprakların altında ölüleri yoksa, o adam o toprağın insanı değildir” der.
Toprak ve insan arasındaki bağ o denli kuvvetlidir ki, bülbüle dahi altın kafes için de ‘’ille de vatanım’’ dedirtmiştir.
Toprakları yurt yapmak, İnsanları da yurt yapılan sınırlar içerisinde tutmak ve mutlu bir şekilde yaşatmak ta siyaset makamının en başta gelen görevidir.
Yoksa yaşadığımız bu yürek burkan “Göç” manzaralarını daha uzun yılar yaşayabiliriz.