Çok büyük bir çoğunluğun kabul edeceği gibi son dönemlerde artık hiç kimse karşısındakini dinlemiyor, karşısındakinin söyledikleri, fikirleri, anlatmak istedikleri ne kadar doğru olursa olsun hiçbir önemi yok.
Herkesin yumrukları sıkılı, karşı görüşten birisine denk geldiğimizde onun ne söylediğinden çok bizim ne anlatacağımız, karşımızdakinin daha ağzını bile açmasına imkan vermeden onu köşeye sıkıştırmak, alt etmeye çalışmak gibi bir saçmalık ile karşı karşıyayız.
“Aynı Allah’a inanan
Aynı Peygamberin ümmeti olmakla övünen ,
En son kitap olan Kuran’ı Kerimi okuyan
Aynı kıbleye yönelen
Aynı secdeye baş koyan”
İnsanların birbirlerini siyaset adına paramparça etmeye çalışmalarını anlayabilmek inanın artık mümkün değil.
Gaspıralı İsmail Bey’İn “Dilde-Fikirde-İş’te birlik” sloganını bile artık hatırlayan, hatırlasa bile kıymetlendiren nerede ise kalmadı gibi, Kendisini karşıt fikir üzerine konumlandıran kafa yapısı bizi her zamankinden daha fazla ayrı noktalara sürüklemiş durumda.
Hafta içinde Ege bölgemizin bir yerleşim merkezinde yaşayan bir dostumuz bizi aradı, Hoş-beş-selam-kelam faslından sonra “Abi ben geçen gün Kuyucaklı Yusuf isminde bir kitap okudum, işin doğrusu, kitapta geçen konulardan çok etkilendim, bu durumu da seninle paylaşmak istedim” dediğinde kendisine Kuyucaklı Yusuf’un, Sabahattin Ali’nin güzel bir eseri olduğunu ve bu eser ile birlikte Sabahattin Ali’nin nerede ise tün eserlerini daha lise yıllarımızda okuduğumuzu, kendinsin yazdığı çok sayıda şiirden son derece değerli sanatçılarımız tarafından şarkı ve türkü tarzında seslendirildiğini ve seslendirilen bu eserlerinde bugün milyonlar tarafından Marş gibi ezbere bilindiğini dilimiz döndüğünce anlatmaya çalıştık.
Zaman zaman yazarız Türkiye İdeoloji dolayısı ile uzun sayılabilecek bir süre çok büyük sıkıntılar yaşadı, Çok Partili hayata geçileli beri Sağ-sol ile başlayan Alevi-Sünni ile devam eden Türk-Kürt diye hiçbir zaman sonlanmayan ideolojik kamplaşmalar dolayısı ile boşa geçen günlerin arkasından baktık durduk.
Siyaset yıllar yılı kamplaşınca bu durumdan Kültür ve sanat gibi kavramların etkilenmemesi de elbette ki mümkün değildi, yazdıkları yüzünden uzun yılar ceza evinde kalan, Yurt dışında ikamete zorlanan , evi barkı dağılan yüz binlerce düşünce ve fikir adamlarının bulunduğu bir hayat yaşadık.
Bugün eserlerini büyük bir keyifle okuduğumuz, dinlediğimiz, sinema filmi olarak seyrettiğimiz pek çok yazar-çizerin bu güzel eserlerini o dönemler bırakın okumayı isimlerini bile anmanın nerede ise suç olduğu zamanlardan geliyoruz.
Hatırlayan okuyucularımız vardır, o günlerde Hürriyet gibi ortada duran bir gazeteyi kenara aldığımız taktirde bir tarafta Tercüman gazetesini okuyan bir kitlenin, diğer tarafta da Cumhuriyet gazetesini almanın bir görev olduğunu düşünen nesillerin varlığını biliyoruz.
Mahallelerin hatta cadde ve sokakların bile ayrıldığı zamanlarda ideolojik anlamdaki eserleri alıp okumanın, dinlemenin ne kadar zor bir durum olduğunu bugün anlatmaya çalışsak yeni nesil bu durumu “pehlivan tefrikası” olarak kabul edecek ve gülüp geçecektir.
İşte böyle bir süreçte bir taraf Nazım Hikmet ve Sabahattin Ali’nin temsil etiği dünya görüşünün o muhteşem eserlerini istemeyerekte kaçırmak zorunda kalırken karşı tarafta Nihal Atsız- Necip Fazıl, Ömer Seyfettin’in temsil ettiği güzellikleri görmekten mahrum bir hayat yaşadılar.
12 Eylül1980 ihtilali sonrası iktidara gelen Turgut Özal döneminde başlayan yumuşama her ne kadar beraberinde pek çok güzelliği de dejenere etmesine rağmen var olan kutuplaşmaları da belli noktalarda ortadan kaldırmayı başlamıştı.
Son 10-15 yıldır teknolojinin baş döndürücü bir hızla gelişmesi, insanların bilgiye ulaşmasının önündeki engellerin kalkması ile birbirlerini daha iyi tanımaları, Türkiye’yi yöneten siyasi partilerinde bir zamanlar kavga ettikleri ile birlikte hükümet kurmaları aradaki kamplaşmayı da ortadan kaldırmayı başardı.
ANAP Genel başkanı Turgut Özal’ın “dört eğilim” dediği şemsiyenin altında her dünya görüşünden siyasetçilerin buluşması, 1991 yılında Süleyman Demirel ile Erdal İnönü’nün başında bulunduğu partilerin koalisyon yapmaları, 1999 yılında MHP ile DSP’nin aynı hükümette buluşmaları, nihayet 03 Kasım 2002 yılında iktidara gelen AK Parti’de başta Ertuğrul Günay olmak üzere çok sayıda sol tandanslı siyasetçinin bulunması ideolojik kamplaşmayı da aşağı yukarı sonlandırmış oldu.
Türk insanı işte o anlardan sonra kültür ve sanatın aslında hiçbir yere sığmayacağını, yazılan yada söylenilen bir eserin sadece belli bir çevrenin değil bütün insanlığın ortak malı olduğunu, Kültürel noktada hayata geçirilen eserlerin siyasete kurban edilmesinin son derece yanlış bir kavram olduğunu anlamış oldu.
Bugün en sağından en soluna kadar var olan sanatçıların eserleri hemen her dünya görüşüne sahip insanlar tarafından okunuyor, seyrediliyor, seslendiriliyor, Bundan 20 yıl önce ele alınması bile suç olan “Dünya klasikleri” bugün elden ele başucu eserleri olarak dolaşıyor, gönüllerde taht kuruyor.
Biz Sabahattin Ali’nin “Kürk Mantolu Madonna’sını da, Atsız’ın Yoların Sonu’nu da, Yaşar Kemal’in İnce Mamedi’nide, Necip Fazıl’ın Aynadaki Yalan” isimli eserini de son derece büyük bir zevkle okuyor, okuduktan sonra da dostlarımıza tavsiye ediyoruz.
Sözünü ettiğimiz isimler ve o isimlerin yolundan gidenlerin tamamı bizim değerimiz, Bu tür eserleri bize kazandıran kişiler artık kolay kolay yetişmiyor, Dolayısı ile bize kalan bu değerlerimize sahip çıkmak, Halen daha bu isimlerin yarısına ideolojik olarak karşı duranları da bu anlamsızlıktan kurtarmak olmalıdır.
Yazık değimli bu güzelim insanların eserlerini okumak dururken sebepsiz yere “İstemezük” diye diretmeye.