Kars’ın Selim ilçesindeki İstasyonda uzun sayılabilecek bir süre yol Çavuşluğu yapan rahmetli babam bir gün mesai bitiminde elinde bir kağıt “toplanın bakalım tayinimiz Erzincan’ın Altınbaşak istasyonuna çıktı, bir hafta zamanımız var, Devlet Demir yolları Erzincan’daki lojmanımıza taşınmak için bize bir vagon tahsis edecek, bundan sonra hayatımıza orada devam edeceğiz” dedikten beş gün sonra kendimizi Erzincan’a dokuz kilometre mesafedeki Çiftlik ve Karadiğin köylerinin tam ortasında bir lojman ve yanında üç sınıflı bir tren istasyonun bulunduğu tarihteki Otlukbeli savaşının yapıldığı sınırlara da yakın olan Yoğurtçu durağında bulduk.
7 çocuk anne baba derken dokuz kişilik bir ailenin birden bire hayatını devam ettirdiği bir yerleşim merkezinden bilmediği tanımadığı başka bir yere taşınmasının ne demek olduğunu galiba en iyi Devlet memuru aileleri bilebilir, bir yere alışırsınız ancak kısa bir süre sonra Ankara’dan gelen bir talimatla bir anda kendinizi Türkiye’nin bambaşka bir noktasında bulmanın ismidir Devlet memurluğu.
Bizim doğum yerimiz zaten Erzincan’ın Kemah ilçesi bizden üç yaş küçük olan bir kardeşimizin doğum yeri de yine Erzincan’a bağlı alp köyü, doğum yerimiz olan Erzincan’dan, Kars iline oradan da tekrar Erzincan ili sınırlarına tayin olmak tam bir kara mizah gibi olmasına rağmen Devlet memuru zaten Bayrağın dalgalandığı her yeri yurt olarak kabul ettiğinden uzakta olsa mesafelerin hiçbir anlamı olmuyor.
Yoğurtçu durağındaki lojmanımız doğudan gelip Ankara’ya kadar devam eden ana demiryoluna bilemediniz on metre mesafede, Demiryolcular her ne kadar trenin bu kadar yakın olmasına fazlasıyla alışık olsalarda zaman zaman yatıya gelen misafirlerin gece yarısı lojmanın hemen yanından büyük bir gürültü ile geçen trenin sanki evin içerisinden geçiyormuş gibi bir korkuya kapılıp kendilerini can havli ile dışarıya attıklarına şahit olmuşluğumuz da epey çoktur.
O zamanlar sadece bir lojmanın ve üç sınıflı bir okulun bulunduğu yoğurtçu durağında hayatın oldukça yavaş geçtiğini de zaten söylemeye gerek yok, elektrik yok, Su evin içerisine henüz alınmış, o yıllarda doğalgaz henüz rüya bile değilken ısınma kuzine denilen sobalar ile yapılıyor ve biz o kuzinenin üzerinde pişen yemekleri, Hastalandığımızda şifa olsun diye hiç durmadan kaynayan içerisinde tarçın kabukları atılmış çayı, kuzinenin fırınında pişirilmiş ve daha çok “Huşur” denilen patatesin lezzetini aradan nerede ise 45 yıl geçmesine rağmen kesinlikle unutmuş değiliz.
O dönemler şimdi de olduğu gibi Kış soğuk geçiyor, Hava şartları ağır, Erzincan’da yaşayanlar yada bölgeyi bilenler yörenin tadına doyulmaz tulum peynirini durumu fazla iyi olmayanlar için deriye basılmış Çökeleğinin nasıl muhteşem olduğunu eğer bu satırları okuyorlarsa bir kez daha hatırlayacaklardır.
Kış mevsiminin yaklaşması ile birlikte imkanlarımız ölçüsünde 2 yada 3 koyun alınır, küçük parçalara ayırılır, demiryolcuların travers diye bildikleri rayların altına konulan yağlı ağaçların olağanüstü ateşinde son derece büyük sayılabilecek leğenin içerisinde kürekle karıştırılıp pişirilen kavurmanın tenekelere doldurulup soğuk sayılabilecek yerlerde saklandığı dün gibi hatırımızda.
Erzincan’da sabah kahvaltılarında rahmetli annemin tandırda pişirdiği lavaş ekmeğin arasına tulum peyniri ve Kavurmayı yerleştirip demli çay ile yapılan kahvaltı o gün bu gündür çok iyi biliyoruz ki bizim için tam bir şifa kaynağı olmuş durumdaydı.
Biz nazar değmesin aspirin bile içtiğimizi hatırlamıyoruz, En ufak bir soğuk algınlığında hastane yollarında perişan olan tanıdıklarımız bizim için “Yahu sen ne yapıyorsun da bir gün bile rahatsız olduğunu hatırlamıyoruz” diye sorduklarında rahmetli annem anında “O Erzincan’da ara yerlerde “annem Yoğurtçu durağına ara yerler diyordu” tulum peyniri ve kavurma ile büyüdü, Erzincan’ın tulum peyniri de kavurması da şifadır Yüksel’de şifalı gıdalar aldığı için ona hastalık uğramaz” cevabını yetiştirirdi.
Biz o zamanlarda Ortaokul ikinci sınıfa bizden 14 ay küçük olan diğer kardeşimizde ortaokul birinci sınıfa gidiyordu, İlk zamanlar ikimizin de devam ettiği Erzincan Sümer Ortaokuluna şehir merkezinden gidip gelen bir minibüs ile gidip geliyorduk, ancak kış şartlarının böylesi bir ulaşıma artık imkan vermeyeceği anlaşılınca babam bize Erzincan Merkez’de okula da yakın olan istasyon mahallesinde herkesin “Gecekondu” diye bildiği bir ev kiraladı ve biz kardeşim Yavuz ile o evde yaşamaya başladık.
Henüz ortaokul öğrencisiyiz ancak dokuz nüfuslu eve sadece bir maaş giriyor, bizimde yaşımız küçük ancak babamızın evi geçindirmek için ne kadar zorlandığını da iyiden iyiye anladığımızdan “evin geçimine katkı sunmak lazım” dedikten sonra okuldan çıkar çıkmaz, ayakkabı boyacılığı, Trenlere su satma, Bir akrabamıza yaptırdığımız ve ismine “Bişi” denilen hamur işi satışı biraz sermaye yapınca su satma işini geliştirip meyve satmaya kadar getirdiğimizi biliyoruz.
Görevli bekçiler yüzünden trenlere yaklaşmamız yaklaştığında daha temiz bir iş yapmak adına gıda toptancılarından o zamanlar piyasaya yeni çıkan “Tipi tip” sakızlarından alıp kalabalık yerlerde yada parklarda “sakıızzzz…sakızzz..naneli sakız” diye artık sesimiz kısılıncaya kadar bağırdığımız günleri hatırlıyoruz.
Sakız satma işinin biraz keyif işi olduğunu anlayıp “daha temel gıda satmamız gerek” diye düşündüğümüz anda aklımıza simitçilik geldi ve kendimizi son derece iptidai birer selenin içerisinde istiflediğimiz simitleri satabilmek adına “”Simit Sıcak simit” diye avaz avaz bağırırken bulduk.
Simit satışlarımız fena değildi ancak istediğimiz parayı kazanamadığımız anlayan simit fırını sahibi Ali Ekber abi “Olum yukarıda yeni bir Otobüs terminali yapıldı, gidin simitleri orada satın, çok para kazanısınız, ancak ben mesuliyet kabul etmem “dediğinde “neden mesuliyet kabul etmem” dediğini üçüncü gün akşam saatlerinde biraz da acı bir bedel karşılığı öğrenmiş olduk.
Birinci gün ve ikinci gün selelere koyduğumuz 250’ şer adet simit ile birlikte son derece güzel bir mimari ile donatılmış Erzincan otobüs terminalinin tam orta yerinde açtığımız simit tezgahına son derece lüks pastanelere rağmen şehirler arası otobüslerden inen yolcuların bizim simitlerimize hücum etmeleri ve simitlerin yarım saat bile sürmeden tükenmesi kendi kendimize “biz de de amma müthiş ticari kafa varmış” dememize bir taraftan da “böyle giderse bir ay sonra babamın maaşının en az 3-4 katı fazla para kazanacağız” diye düşünmemize vesile oldu.
Ertesi gün 300’er adet simidi de yani 600 simidi yaklaşık 40-45 dakikada bitirip eve döndüğümüzde kasaptan iki kilogram Pirzolayı almayı da ihmal etmedik.
Üçüncü gün 350’şer simidi Erzincan Şehirler arası otobüs terminalinin orta yerine indirdikten yaklaşık 15 dakika içerisinde üçte birini tüketmenin keyfini yaşıyorken sırtımıza inen bir odunun verdiği acı ile yerde kıvranırken 5-6 kişinin bir kısmının bizi tekmelediğini diğerlerinin de “ Sizin yüzünüzden üç gündür işyerlerine tek bir müşteri girmiyor, yolcular bizim dükkanlardaki gıdaları pahalı bulup sizin simitleri alıp otobüslere geri biniyorlar, sizi bir daha burada görmeyeceğiz” diye bizim üstümüzü başımızı kan içerisinde bırakan dayak sonrası simit satma maceramızda sona ermiş oldu, zira yediğimiz dayak dolayısı ile ertesi gün ayakta duramaz hale geldiğimizden yattığımız yerden kalkamamış, dolayısı ile simit fırını sahibi Ali Ekber abinin neden “Mesuliyet kabul etmem” dediğini de biraz acı da olsa anlamış olduk.
Pastanecilerden yediğimiz dayaktan olsa gerek o gün bu gündür simitçilik bizim için en yüce meslek, simitçilerde bizim için en kutsal meslek sahibi insanlardır, Yaşadığımız acı hadise dolayısı ile ne zaman bir simitçi görsek aç olalım olmayalım cebimizdeki para kadar simit alır etrafımıza dağıtır ve simitçinin evine sabah fırından aldığı simitleri bitirmiş bir halde gitmelerini dileriz.
Erzincan ile olan anılarımızı zaman zaman buradan yazacağız, yıllar sonra tayinimiz Erzincan’dan, Kayseri’ye çıktığında ağlamaya başlamış “Erzincan’dan ayrılmasak olmaz mı” diye babama günlerce yalvarmıştık, Başta yoğurtçu durağının sağında ve solunda bulunan Çiftlik ve Karadiğin köylerinde yaşayan insanların bize karşı olan davranışlarını gördüğümüzde “Galiba cennet dedikleri yer burası olsa gerek” diye düşünür ve dünyada bu kadar iyi ve ahlaklı başka insanların yaşamasının mümkün olmayacağını düşünürdük.
Tulum peyniri-kavurma –Tipi Tip sakız ve simit derken nerelere geldik, Aradan yıllar geçti, Bir Erzincan seyahatimiz sırasında Şehirlerarası otobüs terminaline gittik, Dayak yediğimiz meydanın etrafındaki pastaneleri ziyaret ettik, bizi döven ve kan revan içerisinde bırakan esnafları bulduk, yıllar önce yaşadığımız o acı hatırayı anlattık, onlarda bizim gibi olup biteni unutmamışlar, birbirimize sarılıp ağlamaya başladık, Biz “Bizim yaptığımız hata idi, gelip sizin ekmeğinize ortak olduk ama kabahat biraz da fırın sahibi Ali Ekber abinindi bizi uyarmadı” derken bizi dövenlerde “Hakkınızı helal edin, biz o gün bu gündür büyük bir utanç içerisindeyiz, ekmek parasını çıkarmaya çalışan iki ortaokul öğrencisini kan revan içerisinde bıraktık, vicdan azabı çekiyoruz, iyiki geldiniz” dedikten sonra mükellef bir sofra hazırladılar, dönüşte de bize epey yetecek miktarda tulum peyniri hediye ettiler.
Hayat su gibi hatta sudan daha hızlı bir şekilde geçip gidiyor, İmkan bulduğumuz ilk anda Erzincan’a yeniden gideceğiz, hatıralarla dolu caddeleri sokakları bir kez daha dolaşacağız yaş geçti bir daha gidip gidememek artık Kısmet.
Kısacası Erzincan’ı çok özlüyoruz, oradaki insanları ve bütün Erzincanlıları çok seviyoruz, Fırsat buldukça da hatıralarımızı okuyucularımızla paylaşmaya devam edeceğiz.