Şu sıralar hemen yanı başımızdaki ülkeler ile ilgili yaşadığımız sorunlar üzerine artık “Türkiye’nin güvenliği bizim dışarımızdaki coğrafyalardan başlıyor, Topraklarımız dışında meydana gelen herhangi bir siyasi yapılanma anında başkent Ankara’nın güveliğini sıkıntıya sokar” anlayışı bugünlerde her zamankinden daha fazla önemli.
Hal böyle olunca bizde sınırlarımız ile ilgili ne zaman sorun yaşasak, Yada bizim dışımızdaki Ülkelerin sınırlarımız içerisindeki yerleşim merkezleri ile ilgili art niyetli düşüncelerini öğrensek o an aklımıza hemen Büyük Hun imparatoru Atilla’nın “ Eğer sınırlarınızda sorun varsa, Bunu gidermenin tek yolu, Sınırlarınızı genişletmektir” sözü aklımıza gelir.
Akşamdan sabaha dünyanın pek çok ülkesinin parçalandığını, yada daha önce ayrı parçalar halinde yaşayan ülkelerin saatler içerisinde “beraber yaşamak” için adım attıkları bir noktada işin uzmanları bile şu an dünyada kaç ülkenin olduğunu muhtemelen bilmiyorlardır.
25 Aralık 1991 tarihinde Devlet Başkanı Mihail Gorbaçov’un istifa etmesinin ardından Sovyetler Birliği’ni teşkil eden cumhuriyetlerin bağımsızlığını kazanmalarıyla Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin dağıldığı anda İlk önce SSCB’nin batısındaki Baltık ülkeleri de denilen Estonya, Letonya ve Litvanya, ardından, Ukrayna ve Belarus da denilen Beyaz Rusya sonra da doğusundaki Orta Asya ve Kafkas ülkeleri denilen Azerbaycan, Gürcistan, Ermenistan, Özbekistan, Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan ve Türkmenistan birer birer bağımsızlığını ilân etti.
“Hazır Sovyetler birliği dağılmışken bizde fırsatı ganimete çevirelim” diye düşünen ve SSCB‘nin uydusu sayılan Polonya, Macaristan, Çek Cumhuriyeti, Slovakya ve Bulgaristan‘da da Komünist Partiler, SSCB Komünist Partisi‘nden bağımsızlıklarını ilan ederek demirperde gerisi ülke tanımlamasından uzaklaşmak istediklerini ilan ettiler.
Marksist-Leninist görüşlere sahip Babası Hırvat, annesi Sloven, On beş çocuklu fakir bir köylü ailesinin yedinci çocuğu Josip Broz Tito’nun ölümünden hemen sonra Yugoslavya’yı parçalamak üzere o dönemde Batı’nın siyasi, ekonomik, ideolojik ve askerî eylemlere girişimi başlamış ,Yugoslavya artan etnik çekişmeler, ekonomik bunalım ve Doğu Avrupa’daki değişiklikler nedeniyle 1980’lerin sonlarından 2000’li yıllara kadar yaklaşık 20 yıl süren kanlı bir süreç sonunda Bosna-Hersek/Hırvatistan/Slovenya/Makedonya/Sırbistan/Karadağ/Kosova isminde 7 ayrı ülkeye bölünmüştü.
Yugoslavya ve Sovyetler Birliğini dağıtan Emperyalist güçlerin 1990’lı yılların ikinci yarısı itibarı ile uygulamaya koydukları ve “Ortadoğu’ya Demokrasi getireceğiz” diye başlattıkları “Arap Baharı” ile hemen yanı başımızdaki Ortadoğu Coğrafyasını paramparça ettiler, Ülkelerin liderleri, Coğrafi yapılarını ve sınırlarını da bir baştan bir başa değiştirmekte hiçbir sakınca görmediler.
Hatırlayan Okuyucularımız var böylesi bir toz duman arasında Suudi Arabistan ordusu da Kuveyt’i işgal etmek ve kendi topraklarına katmak için birden bire hareketlenmiş, bunu da hiçbir ülke tarafından muhatap alınmayan Ordusuna güvenerek yapmaya kalkışmıştı.
Bu süreç devam ederken Türkiye Cumhuriyeti bilerek yada bilmeyerek “Sınırlarımızı genişletmek bir tarafa var olan sınırlarımızı koruyalım” şeklinde bir diplomasi izlediğinden olsa gerek özellikle 90’lı yıllarda çok büyük fırsatları kaçırmıştı.
Biz kendimizi bildik bileli dilimize pelesenk olan “Musul ve Kerkük misak-ı milli sınırlarımız içerisindedir, Bizim için Ankara’nın Polatlı ilçesi ne ise Musul ve Kerkük’te odur” politikası neden hayata geçirilmez, Yavru vatan diye bildiğimiz “Kıbrıs neden bir şekilde sınırlarımız içerisinde dahil edilmez.? şeklindeki sorular bizim aklımızı kurcalar durur.
Son dönemlerde Rusya’nın Ukrayna’da, Kırım’da, Çeçenistan’da yaptıkları ve bu ülkeleri yeniden Rusya’nın bir il merkezi yapmak için verdiği çabaları görünce sınırlarımızın hemen ötesindeki yerleşim merkezleri ile ilgili neden bir çalışmamız olmaz anlamakta güçlük çekiyoruz.
ABD kendi güvenliğini korumak için savunmasını kendi ülkesinden binlerce kilometrelerce uzakta kurarken, İsrail var olan topraklarına 10 metre 20 metre daha katmak için dünyayı karşısına almaktan çekinmezken bizim aradan geçen yıllar içerisinde halen daha sınırlarımızı korumaya çalışmamız kabul edilecek bir vaziyet değildir.
15 Temmuz sonrası başta yöneticiler olmak üzere Türkiye’nin savunması ile görevli birimlerimize yıllar yılı daldıkları derin uykudan uyanmak zorunda kalmışlardır, Savunmada kalmanın hiçbir işe yaramadığını geçte olsa anlayan Yöneticilerimiz o günden sonra “En iyi savunma hücumdur” anlayışı ile hareket etmeye başlayınca mücadelemiz sınırlarımız dışına taşmaya başlamıştır.
Bu karışık durumda çok iyi biliyoruz ki Rusya özellikle de İran Ortadoğu coğrafyasında imkan buldukları her an bir daha geri çıkmamak üzer pek çok yerleşim merkezini işgal etmekten geri durmayacaklardır, Rusya ve İran böylesi atak yaparken bizim hiçbir şey yapmadan beklememiz en azından mevcut sınırlarımızı da tehlikeli bir hale getirebilir.
Böylesi durumlarda defansa çekilme dönemi bize bir şey kazandırmaz, Belli ki bu coğrafyada artık sınırlar mecburen değişecek, Değişecek olan sınırların bizim lehimize olması daha açık bir ifade ile Hakkari’yi, Kars’ı, Hatay’ı, Gaziantep’i tehlikeden uzak bir noktaya doğru almak adına yapılacak her hamle Türk milletini de bu coğrafyada rahata erdirecektir.
780 bin 576 kilometrekarenin en azından bir milyon Kilometrekareye çıkması kimin hoşuna gitmez ki..?