Daha rahat bir yaşama kavuşabilmek adına 3 çocuğu ile birlikte Yunanistan sınır kapısına dayanan ve Yunan polisi tarafından dövülen bir Afganlı göçmenin yüzü gözü kanlar içerisinde sarf ettiği “Şartlar ne olursa olsun Almanya’ya gitmek istiyorum, 3 çocuğumu Almanya’da okutmak istiyorum, kendi ülkeme yani Afganistan’a kesinlikle dönmek istemiyorum , zira benim ülkemde savaş var, yokluk var, açlık var, Almanya’da savaş yok, yokluk yok, Açlık yok, ölüm pahasına Almanya’ya gideceğim” dediğinde işin doğrusu sadece Afganistan’da değil tüm İslam ülkelerindeki siyasetçilere “ Halkınız neden böyle mutsuz, bir batı ülkesine sığınabilmek için canını bile vermekten çekinmeyen, 3 yaşındaki 4 yaşındaki çocuklarını daha iyi bir hayat için Meriç nehrinde suya kaptıran insanlardan hiç mi utanmıyorsunuz” sorusunu yöneltmek geldi.
Sözünü ettiğimiz göç dalgasının belli bir süre devam etmesi halinde biz kendisini “Müslüman” olarak tanımlayan milyarlarca inanın kendi ülkesindeki yöneticileri iyiden iyiye sorgulamaya başlayacaklarını bunu yaparken de “ Sizin nasıl bir yönetim anlayışınız varki, koltuklarda 30 yıl 40 yıl 50 yıl kalmanıza lüks içerisinde yaşamanıza rağmen vatandaşlarımız evini barkını terk edip daha iyi bir yaşam için sabah akşam sövdüğünüz Batı ülkelerine sığınmak için can veriyor” sorusunu daha yüksek bir sesle soracaklarını düşünüyoruz.
İslam Ülkelerinde böylesi olumsuzluklar yaşanırken aynı günlerde televizyonda güzel bir Fransız filmi dikkatimizi çekti, Filmde Londra’da ikamet eden ve Paris’te babasının ölümü ile kendisine miras kalan devasa büyüklükteki evi satmak için gelen bir vatandaş ile o evde kiracı olarak bulunan yaşlı bir bayan ve bir emlakçı arasında yaşanan diyalog, nasıl bir dünyada yaşadığımızın ve bizim için son derece zor olarak görünen hayat standartlarının Avrupalılar için ne denli kolaylaştığına şahit olduk.
Londra’da ikamet eden ve babasından miras kalan evi satmak için Londra’dan Paris’e gelen Fransız “Benim evimi kaç paraya satın alırsınız.?” diye soruyor.
Emlakçı “Bayım sizin evinizi hemen 9 milyon Euro’ya satabilirim” dediğinde Vatandaş, “Ben bu bina için 12 Milyon Euro istiyorum, eğer bu evi 9 milyon euroya satarsam Zürich’te yaşayabilirim ama 12 milyon euroya satabildiğim takdirde ışıkların 24 saat sönmediği ABD’nin New York kentinde daha keyifli bir hayat sürebilirim” şeklinde cevap veriyor.
Burada pek çok okuyucumuzun da anlayabileceği gibi bizim derdimiz Avrupa’nın ya da ABD’nin herhangi bir şehrinde yaşama özlemi değildir, Fransız olduğu halde İngiltere’de yaşayan ve evi satmak için ikamet ettiği Paris’e gelen bir vatandaşın kendisine yaşam alanı olarak Avrupa-ABD yada dünyanın başka bir ülkesini kendisine hedef olarak seçiyor ve ekonomik durumu elverdiği kadar da o ülkelerde yaşama şansını buluyor.
Avrupa’da pek çok ülke bulunmasına rağmen çatı olarak kabul edilen AB şemsiyesi altında gelişmesini tamamlamış ve amacı sadece vatandaşlarının hayat standardını yükseltmek olan ülkelerin bulunduğu bir coğrafyada sınırların kaldırılmasının insan hayatını ne denli rahatlattığına da seyrettiğimiz sinema filmi çok iyi bir örnek oldu.
Avrupa’da sınırlar kaldırılmış ve AB üyesi ülkelerin tamamında tek para birimine geçilmişken bizimde kısmen dahil olduğumuz Ortadoğu coğrafyasında henüz oturmayan “Eksik Demokrasi” yüzünden vatandaşlar çekilen sıkıntılar nedeni ile nüfusunun yüzde 95’inin mutsuz olduğu bir ülkelerde yaşıyor.
Türkiye’de ekonomik olarak son derece güçlü insanlar ve aileler var ancak yıllar yılı özlemini duyduğumuz AB’ye giriş yolunda gerekli mesafeyi alamadığımızdan olsa gerek özellikle VİZE konusunda çıkartılan zorluklar yüzünden dolaşımı tam olarak hayata geçiremiyoruz.
Gelişmesini tam olarak tamamlamış ülkelerde yaşayan insanların hayat standartları da o ölçüde yukarı çıktığından vatandaş için yaşayacağı ülkenin neresi olduğu pek fazla bir önem arz etmiyor, Ülkeler arasında “Dil Birliği” olmasa bile aşağı yukarı aynı kültür ile yoğrulmuş Avrupa insanı için kendi ülkesi yada başka bir ülke olması fark etmiyor.
Ortadoğu coğrafyasında daha da açık bir ifade ile İslam coğrafyasında İşbaşına gelen hükümetlerin bilindiği gibi birinci görevi memleketin sınırları içerisinde yaşayan vatandaşlara rahat bir hayat sunmaktır, “Daha fazla demokrasi, Daha fazla insan hakları, Daha fazla şeffaflık” olarak başlayan ve devam eden gereklilikleri sağlayan ülke yöneticilerinin iş başında olduğu ülkelerde hayat daha da kolay olarak devam ediyor.
Bu coğrafyada bir türlü gelmeyen demokrasi dolayısı ile berbat bir hayata maruz kalan ülkelerde demokrasinin yerleşmesi de ister istemez vakit alıyor, Savaşlardan arınmış, iç çekişmelerden kurtulmuş, siyaseti kendileri için değil de millet için yapan yöneticilerin iş başında bulunduğu bir model ile İslam Ülkeleri de AB ülkeleri seviyesine çıkması ihtimal dahilinde olabilir.
Bu tür engellemelerden ve müdahalelerden kurtuluş imkanı olmadığına göre İslam ülkelerindeki yöneticilere düşen görev vatandaşa daha fazla güvenmek sonra da yukarıda örneğini verdiğimiz “Sınırları olmayan ülkeler” kategorisine girebilmek için daha fazla çaba göstermek gerekmektedir.
İşyeri Lüksemburg’ta olan evi ise Almanya’nın Düsseldorf kentinde bulunan bu vesile ile her sabah başka bir ülkedeki işyerine gidip akşam başka bir ülkedeki evine gelen batılıyı gören Doğu insanı ister istemez “ eğer onların yaşadığı hayat ise bizimki nedir.?” sorusunu daha fazla sormaya başlıyor.
Galiba Doğulu siyasetçiyi en fazla zorlayan soru da bu olsa gerek…