Bizim memlekette bilemediniz beş dakikalığına bile olsa bir araya geldiğimiz muhatabımıza yönelttiğimiz ilk kelam hiç şüphesiz “Hemşerim memleket neresi.?” sorusudur, bu soru sonrasında alacağımız cevaba göre tartışmaların saatler sürdüğü yada anında bıçak gibi kesildiği de herkesin malumudur.
Aslında herkesin tebessüm ettiği ancak bir müddet sonra insanın kendi köklerini gidebildiği kadar arayabildiği bu nokta kimi zaman “mensubiyet” kimi zaman “Aidiyet” belli zamanlarda da “hemşericilik” olarak tanımlansa neticede iş dönüp dolaşıp “benim ait olduğum yer neresi.?” sorusunda düğümlenir.
Meraklıları bilir Yaklaşık bir milyon kilometrekarelik bir alanı kapladığı bilinen ve ATSIZ’ın “Sen gurbette kalırsan ben ölürsem ne çıkar ruhlarımız buluşur Tanrı Dağı'nda” dediği, Tanrı Dağları, Orta Asya'da bulunan büyük dağ sistemlerinden birini oluşturan sıradağlar dikkate alınırsa, Özbekistan, Kazakistan ve Kırgızistan merkezi kısımlarına yayılır.
Bizde yıllar önce bölgeye yaptığımız gezi sırasında görevli mihmandarımıza “Lütfen bizi Tanrı dağlarının eteğine götür, oraya bırak 5-6 saat sonra nereye bıraktıysan gel oradan al” dedik, Mihmandarımızda bizim bu konudaki ısrarımızı görünce birkaç saat içerisinde bizi 7 bin 439 metre yükseklikteki Tanrı dağının eteklerine bırakıp gitti.
Mihmandarımız bizi Dağın eteğine bıraktıktan sonra içerisine karpuz atsanız çatlatacak soğukluktaki akarsuyu ile abdest aldıktan ve secdeye yönelip namaz kıldıktan hemen sonra ata toprakları olarak bildiğimiz mübarek toprağın üzerine sırt üstü uzandık gözlerimizi kapadık , kolumuzdaki saatin alarmını da iki saatliğine kurduktan sonra önce güzel rüyalara sonrada derin bir uykuya daldık.
Uyandıktan hemen sonra sırt çantamızdaki Orta Asya davet sofralarını süsleyen ve iri parçalar halinde kesilen kuzu etinin lezzeti, havuç ve soğanın aroması yanı sıra tane tane dökülen pirinci ile vitamini bol, doyumsuz bir yemek olan Özbek Pilavı ile “Kımız olmadan Kırgız olmaz” ifadesinde kendisini bulan Kımız’ı yer sofrasına serip yediğimizde aldığımız keyfi bugün bile unutmuş değiliz.
Yemek sonrası Tanrı dağının yemyeşil eteklerinde ne kadar yürüdüğümüzü, yaz mevsiminin en sıcak döneminde bile nerede ise buz gibi bir havada nasıl oksijen aldığımızı düşünürken arkamızdan mihmandarımızın “Bayrakçı Yüksel Bey, ben geldim, gitmek lazım” çağrısını alınca uzun sayılabilecek bir yolculuk sonrası kaldığımız otele geldik.
Tanrı Dağının eteklerinde gökyüzüne bakarak uyuduktan sonra otelin o kasvetli havasında uyumaya çalışırken aklımıza “acaba biz nereye aitiz, Bizim yaşadığımız yer neresi olmalı, Mutlu olmak adına kalabalık şehirlerde mi yoksa uçsuz bucaksız steplerin eteğindemi hayat sürmeli.?” Sorularını birbiri ardına sıralamaya başladık.
Tanrı Dağlarını da içerisine alan Türk dünyası gezimizin üzerinden yıllar geçti, ancak biz o gün bu gündür “yaşadığımız daha doğrusu yaşayacağımız alanlar” ile ilgili aklımızı kurcalayan soru işaretlerine bir türlü cevap bulamadık.
Askerlik hizmetinden sonra iş hayatına atılan yada bir kamu kuruluşunda yıllar yılı görev yaptıktan sonra emekli olmaya yaklaşan herkesin özlemi bilindiği gibi “emekli olayım şöyle ufak bir sahil kasabasına yerleşeyim, küçük bir kafe işleteyim, ömrümün son kısmını da sessiz sedasız bir şekilde tamamlayayım” şeklindedir.
Ancak son yıllarda bir taraftan dünya ile birlikte Türkiye’nin içerisinden geçtikleri süreç, diğer taraftan her geçen gün biraz daha zorlaşan hayat şartları insanımızı bırakın sahil kasabasında bir Kafe açmaya, sözünü ettiği o bölgeye gidip bir ay tatil yapmaya bile yetmeyecek noktaya gelip dayanmış durumda.
Gençlik yıllarında dünyayı gözü görmeyen insan yaş biraz kemale erip artık yolun yarısını geçmeye başlayınca ait olduğu yeri her zamankinden daha fazla bir şekilde sorgulamaya başlıyor, doğduğu ancak geçinemediği için terk ettiği köyünü, kasabasını özleyen ancak geri dönse bile oralarda selam verecek bir dostunun yada akrabasının kalmadığını anlayan herkes kaderine razı bir şekilde bulunduğu zor şartlara rağmen “Doyduğum yer” demek zorunda kalıyor.
Zaman zaman tatil yada iş gezisi için Anadolu yollarına düştüğümüzde özellikle İç Anadolu bölgesine yolumuz düştüğünde yanımızda bulunanlarında rızası ile yol kenarında yada yoldan biraz içeride bulabildiğimiz bir ağaç altı yada fazla güneş almayan bir yeşillik gördüğümüzde Tanrı Dağlarının eteğinde yaptığımız gibi sırt üstü toprağın üzerine uzanır, gözlerimizi kapatır geçmiş yıllarımızı en ince detaylarına kadar bir film şeridi gibi gözlerimizin önünden geçiririz.
Bütün bunlara rağmen ait olduğumuz yaşam alanın çok katlı binalar mı, yoksa Orta Asya stepleri gibi alanlar mı olduğu ile ilgili bir kararımız oluşmuş değil, yukarıda da belirttiğimiz gibi içerisine düştüğümüz hayat gailesi nerede olmak istediğimiz ile ilgili karar vermemizi büyük oranda engelliyor.
Böylesi bir nokta da aklımıza hemen ATSIZ’ın “Herkes bir özleyişle yaşar... bende öylece /Altaylar’ın ve Tanrıdağ’ın çevresindeyim./Merdanelikle şöyle bakıp ayrılıklara /Son menzilin hüzün dolu kaşanesindeyim./Artık veda zamanına pek fazla kalmadı;/Yorgun ve kimsesiz ölümün bahçesindeyim...” mısraları gelir.
Ellili yaşları çoktan devirmiş ve geleceğe dair umutları her geçen gün azalan bir yaş grubu mensubu başka ne düşünebilir ki.?