Bir kaç gün önce hayatını kaybeden Hekimoğlu İsmail, “Derdimi Seviyorum” isimli eserinde
“Bahçenin suyunu kestiler, çiçekler sordu, meyveler döküldü ve yapraklar sarardı. Dünya dikenlere kaldı.
Kapının önüne gül diktim, sarmaşık ektim, gelip geçenlerin içi açılsın diye. İnsanlar gülleri kopardı, hayvanlar sarmaşıkları yedi, geriye yine dikenler kaldı.
Hiç unutmam, hasat mevsimi yaklaşıyordu, mahsul bol mu, boldu. Bir gün, bir sam yeli esti, yapraklar sapsarı oldu, meyveler buruştu, dikenler bayram ediyordu.
Felaket el ele, kol kola geliyordu: Bir başka zaman bulut gibi çekirge geldi, yeşil yaprakların hepsi gitti, geriye sadece dikenler kalmıştı.
Yeşile düşman olanlar, dikenlere dost olmuştu. Çiçek gibi insanlar gitti, ibadet meyveleri döküldü, yemyeşil kültürümüzü sam yeli aldı, son kalanları da kuzey rüzgârları dondurdu, dünya dikenlere kalmıştı.
Olmayan bahçenin bahçıvanını buldum, onun yanına çırak girdim "Dertlerden dert, dikenlerden diken beğen" dedi.
Anladım ki "Derdimi sevmekle işe başlamalıyım. Birdenbire iç dünyamı bir çığlık dolaştı: "Çilesini çekmediğin şey senin değildir!"
Herkes bir şeye sahip çıkarken, benim payıma DİN düşmüştü. O'na sahip çıkmak istedim, baktım ateş! Elime aldım yanıyordum, bıraksam dinsiz kalacaktım. İster istemez "Derdimi sevdim". diyor ve bizi bir diyardan başka bir diyara sürüklüyor.
Bu kadar derdi olan insanı gördükten sonra çevremizde olup bitenlere anlam verebilmek gerçekten zor,
Herkesin kendisini haklı gördüğü, Birinin diğerinin fikrine değer vermediği,
Özellikle siyaset konuşulduğu zaman insanımızın karpuz gibi ortadan ayrıldığı bir süreçte bizde kendimizi olabildiğince “değersiz” buluyor ve “dünyanın kötü zamanına kaldık” diye hayıflanıp duruyoruz.
Şair Yılmaz Odabaşı
“Biz şimdi ölsek; en fazla kahvede çaylar soğur/
Yırtılır ömrümüzün yalan tutanakları,/
Kaderimizi yazan bembeyaz kağıt soğur./
Yakmaz yokluğumuz kimsenin günlerini/
Üç günde solan, yalan bir keder soğur.”
şeklinde içimizi yakan dizeleri ile aslında “Umursanmak yada Umursanmamak” gibi artık bizi terk eden insani duygular ile birlikte bir noktada içerisine düştüğümüz umutsuzluğun hangi boyutlarda olduğunu anlatmaya çalışıyor.
Okuyucularımız şu sıralar bizim yazılarımıza daha fazla duyarlılık gösterip, yazılarımızı okuduktan sonra kendi pencerelerinden yorum yaparak bir noktada bize yeni bir yol haritası çiziyorlar.
Dikkat ediyoruz yurt içinden yurt dışından bize var olan tüm iletişim araçlarından ulaşan okuyucularımız “ Yahu arkadaş öldürdün bizi ara bütün yazıların dert dolu, sorun yumağı dolu, bir derdin, bir sıkıntın varsa bizde bilelim” diye sorup duruyorlar.
Aslında bizi “bu kadar dertlenme, her şeyi sorun yapma” diye uyaran dostlarımızda umutlanmak adına fazla bir argümanlarının olmadığını çok ama çok iyi biliyorlar, buna rağmen kendilerini sarıp sarmalayan bu kadar sıkıntıya rağmen bizim gibi kanaat önderlerinden iyimserlik dolu öğüt bekliyorlar.
Her sabah ekmek almak için fırına giriyoruz, sıcak ekmek alanlardan çok bir önceki günden kalan bayat ekmekleri daha ucuz fiyata almaya çalışan insanımızı görüyor dertleniyoruz.
Manava gidiyoruz, işyerinin sahibi bizi görür görmez “ Yüksel Bey vatandaş yemek yemiyormu, satmak için aldığımız sebzeleri ayıklamaktan çöpe atmaktan bıktık usandık, bu durum daha ne kadar devam edecek, yazsana bunları” dediğinde dertleniyoruz.
Haftada bir kontrol için sağlık kuruluşlarının yolunu tutuyoruz,
Sabah erken saatlerden itibaren derdine derman bulabilmek adına kuyruğa giren yüzlerce binlerce vatandaşımızın durumunu görüyor dertleniyoruz.
Gazeteye gelen her on misafirimizden dokuz tanesi “Oğlum askerden geldi iş yok, Kızım iki üniversite bitirdi iş bulamıyoruz, Allah rızası için yardımcı ol” diyen vatandaşlarımızın çaresizliğini görüyor dertleniyoruz.
Emeklilerin geçinemediğini görüyor dertleniyoruz, Kredi kartı dolayısı ile bütün varlığına haciz gelen dostlarımızı görüyor dertleniyoruz,
Evinde aracı olduğu halde pahalı yakıt yüzünden aracını çalıştırmaktan korkan vatandaşlarımızı görüyor dertleniyoruz.
Bizde halkın ortalamasını yaşayan insanımızın başarılar ile sevinen onların üzüntüleri ile dertlenen bir medya mensubu olarak var olan bu olumsuzluklardan nasibimizi ister istemez alıyoruz herhangi bir çözüm bulamayınca da daha çok dertleniyoruz.
Sabah mesainin başlaması ile beraber olduğumuz misafirlerin yüzündeki olumsuz ifadeleri gördüğümüzde onların çaresizliğine şahit olduğumuzda kendilerini bu sarmaldan kurtaracak bir elin olmadığı da netleşince bizimde dudaklarımızdan “ Ölsek hiç kimsenin umurunda olmayacağız” ifadeleri dökülüyor.
Halbuki yaşlı-genç-Erkek-Bayan kim varsa devleti yönetenlerin kendisini umursamasını, yalnız olmadığını hissettirmesini en zor anlarında bile kendisine uzanacak bir güçlü elin hemen yanı başında olmasını talep ediyor.
Ancak geldiğimiz noktada vatandaşımız artık kendisinin kaderine terk edildiğini çıplak göz ile gördüğünden bu yapının değişmesinin de kısa vadede mümkün olmadığını bildiğinden “Biz ölsek kimsenin umurunda olmaz” dizelerinin arkasına sığınmak zorunda kalıyor.
İşte bu noktada Yılmaz Odabaşı’nın
“Biz şimdi ölsek değişecek bir tek yeri vardır dünyanın/
Anamın yanağında bir yer ıslanır,/
O da anca toprağa girince soğur…”
şeklindeki dizeleri herkes için sığınılacak bir liman gibi hemen yanı başımızda duruyor,
o andan itibaren herkes gibi bizde kendimizi umutsuzluk daha da önemlisi umursamazlık dolu o limana atmanın ve bir daha çıkmamanın hesabını yapıyoruz.
Bu kadar olumsuzluk içerisinde dertlenmeyelim de ne yapalım.?