Bizim nesil “Mektup” kavramını daha çok seksenli yıllarda sanatçı Ersan Erdura tarafından seslendirilen
“Mektupların ne zamandır gelmiyor
Yüreğimde yokluğun atıyor
Seven gözler başkasını görmüyor
Gözlerimde gözlerin parlıyor
Mektupların ne zamandır gelmiyor
Sus demekle yüreğim susmuyor”
şarkısı ile tanıştı, tanışır tanışmaz da içerisinde bin bir türlü özlemin, hasretin, yalnızlığın, vefasızlığın bulunduğu cümleleri yazdığı “kalbi kadar temiz” kağıdı bir zarfın içerisine koyarak postaya verdi.
Sonraları Her şey değişti, alışkanlıklarımız, bildiklerimiz, bildiğimizi sandıklarımız, hayata bakışımız, dostlarımız, kültürümüz derken, bundan on yıl önce, on beş yıl önce bizim için son derece önemli olan ne varsa, bugün o gerekliliklerin hiçbir anlam ifade etmediğini gördük, biraz daha içlendik, çok daha fazla üzüldüğümüz günler ile karşı karşıya kaldık.
Ortalama her Türk insanı gibi bizim de cumartesi ve pazar günleri etrafımızda cereyan eden düğün ve sünnet gibi cemiyetlere katılmakla geçiyor. Her ne kadar biz hane halkına "Yahu bu işlere beni karıştırmayın siz gidin" desek de kayınvalidemiz "Öyle deme Yüksel bu işler bugün sana yarın bana. Bak senin de çocukların var, sen gitmezsen sana da kimse gelmez" diye bize korku verince, biz de son derece büyük bir iştiyakla bu cemiyetlere katılıp “Ey cemiyet sahibi biz senin düğününe geldik. Sen de bizim bu tür işimiz olunca sakın kayış keseyim kaçayım diye düşünme" demeği de ihmal etmiyoruz.
Cemiyetlere katılıp da takı takmamak hem ayıp hem de bizim gibi tanınan, bilinen bir gazeteci için ayıp. Ancak altın fiyatları da ortada. Beşibiryerde’den, bileziğe, oradan Cumhuriyet altını derken, gram altına kadar gelen fakat bir türlü durmayan fiyatlar yüzünden "Yahu altın işi biraz sıkıntılı, hem aldığımız altınlar da sahte çıkabiliyor. Hiç değilse nakit para takalım ki düğün sahibi de salondu, limonata parasıydı, pasta kesmez bıçak parasıydı diye düğün zamanı damadın anasını ağlatan masraflara katkı olsun diye para takalım" noktasına geldiğimizden, altın işini bırakıp nakit para takmaya çalıştığımız günlerin arefesindeyiz.
Geçtiğimiz ay gazeteye uğradığımızda görevli arkadaşlar "Bu hafta şanslı dönemin. Altı tane düğün davetiyen var" dediği an kaderden kaçılmaz diyerek anında çaresiz bir şekilde evin hemen karşısındaki mahalle bakkalının kapısından girip "Hasan abi nasılsın, iyi misin bana on tane zarf ver" dediğimizde, bakkal Hasan abi "Yüksel bey sen bir de gazeteciyim diye dolaşıp duruyorsun ama dünyadan haberin yok" dediğinde kendisine, "Yahu Hasan abi bırak mavrayı altı üstü on tane zarf istedik ne alakası var bunun gazete ile gazetecilikle" diye çıkıştığımızda, bakkal Hasan abi bizi yerin dibine sokan o muhteşem cevabı verdi, "Yüksel bey artık mektup yazan mı kaldı ki sen benden zarf istiyorsun. Ben zarfı raflardan kaldıralı uzun yıllar oldu sana da tavsiyem eğer düğün sahiplerine bir katkı sunmak istiyorsan cep telefonundan damadın hesabına para gönder."
Bakkal Hasan abinin bu tavsiyesi ister inanın, ister inanmayın bizim sosyal yapımızı his dünyamızı bir anda yerle bir etti.
Bakkaldan koşar adım çıkar çıkmaz tekrar gazeteye gelip bir çay içtiğimizde farkına vardık ki en son zarfı ya da zarfları yazdığımız yazılar yüzünden bizi mahkemeye veren muhataplarımızdan gelen mahkeme celbi sırasında görmüşüz. Dolayısı ile mektup zarfları ile aramıza en az 10-15 yıl girmiş.
Halbuki daha 20-25 yıl önce teknolojinin dolayısı ile iletişimin bu kadar gelişmediği zamanlarda herhangi bir köy ya da ilçeden o il merkezine gönderilen mektuplarda ki selam-kelam faslı aklımıza geldiğinde insani değerleri nasıl kaybettiğimizi de daha kolay bir şekilde anlayabiliyoruz.
Hatırlayanlar vardır bundan çok uzun yıllar önce şu an aramızda bulunmayan rahmetli sanatçıAli Ekber Çiçek’in seslendirdiği;
“Mektup selam söyle benden sılaya
Söyle benim için de eller ağlasın
Gözü yaşlı düştüm gurbet ellere
Uzaktır aramız da yollar ağlasın”
şeklindeki türküyü dinlediğimizde mektubun ve mektuplaşmanın ne kadar önemli olduğunun da farkına varırdık.
Bizim yaş grubumuzda olan nesil mektubun ne kadar değerli olduğunu ve o mektupların içerisinde ne büyük anlamlar ihtiva eden kelimelerin bulunduğunu çok iyi hatırlayacaklardır.
“Satırlarıma başlamadan evvel selam eder, büyüklerin ellerinden küçüklerin gözlerinden öperim. Nasılsın(ız)? İyi misin(iz)? İyi olmanı(zı) Cenab-ı Hak’tan niyaz ederim. Selam eder, hürmetle ellerin(iz)den öperim. Annem nasıl? İyi mi? İyi olmasını Cenab-ı Hak’tan niyaz ederim. Annem’e selam eder, hürmetle ellerinden öperim.
Abim nasıl? İyi mi? İyi olmasını Cenab-ı Hak’tan niyaz ederim. Abime selam eder, hürmetle ellerinden öperim… Yengem nasıl? İyi mi? İyi olmasını Cenab-ı Hak’tan niyaz ederim. Yengeme selam eder, hürmetle ellerinden öperim… (büyükler bitince sıra kendinden küçüklere gelirdi; küçük kardeşler, yeğenler, v.d.) Yeğenim nasıl? İyi mi? İyi olmasını Cenab-ı Hak’tan niyaz ederim. Yeğenime de selam eder muhabbetle gözlerinden öperim…" “Sizler de beni soracak olursanız, Allah’a şükür, iyiyim. Memleket hasretinden başka (gayri) bir yaramazlığım yok.“Memlekette havalar nasıl? İnşallah bir yaramazlık yoktur. Önemli bir havadis var mı?“Satırlarıma son vermeden evvel, tekrar selam eder, büyüklerin (senin, annemin, abimin, yengemin…) ellerinden, küçüklerin gözlerinden öperim.“Allah’a emanet olun" şeklindeki duygu samimiyet ve hasret kokak mektupları kim unutabilir ki?
1990’lı yılların başında cep telefonlarının hayatımıza girmesi ile önce kısa mesajlar başladı. Sonra elektronik postalar, daha sonraları facebook, twitter, instagram başta olmak üzere adını sanını duymadığımız, duyduysak da hatırlamadığımız onlarca, yüzlerce iletişim araçları bütün hayatımızı sarıp sarmalayınca, bir aile ferdi olarak bildiğimiz mektup ve o mektubu dünyanın dört bir tarafında ulaştıran zarf sessiz sedasız hayatımızdan çekildi gitti.
Bugün mektup yazan ya da tembellik dolayısı ile mektup yazma zahmetine katlanan bir kesimin kalıp kalmadığı ile ilgili ciddi endişelerimiz var. Bizi biz yapan değerlerden birisi olan mektubun ve onu taşıyan zarfın artık hiç kimse için bir anlam ifade etmediğini, mahkeme celpleri ya da icra bildirileri olmasa zarf diye bir ihtiyacın olup olmadığından bile habersiz bir hayat sürdüğümüzü biliyoruz.
Geçtiğimiz yıl Adalet Bakanlığı bu tür mahkeme celplerinin artık ihbarnameler ile değil cep telefonları marifeti ile muhataplarına ulaştırılacağını açıklayınca, biz gayri ihtiyari raflarından mektup zarfını kaldıran bakkal Hasan abi için “Sen çok yaşa Hasan abi bize neler unuttuğumuzu, nelerden vazgeçmek zorunda kaldığımızı sen hatırlattın” demek zorunda kaldık.
Yıllar yılı genelde köy mektuplarının klasik ulaşım adresi “Kızılay caddesi helvacı Haşim Tezcan eliyle” veya “Uzun çarşı manifaturacı Hasan Altun eliyle” yazılı adresler olurdu. Her köyün mektuplarının topluca geldiği belirli esnaf adresleri vardı.
Şimdi gel de bu mektupları unut. Üstelik zarf istediğin için bakkal Hasan abiden azar işit.
Nasıl bir dünyaya kaldığımızı düşünebiliyor musunuz?