On bir ayın sultanı Ramazan ayının ilk haftasının içerisindeyiz, Ramazan ayının ilk günü hayatımıza giren kısıtlamalar dolayısı ile var olan tüm alışkanlıklarımızın bir anda artık geri gelmemek üzere değiştiğini bu sütunlardan kaçıncı kez yazdığımızı bizde hatırlamıyoruz, ancak elimizden gelen başka bir şey yok.
Böylesi her şeyin birbirine karıştığı anlarda insan biraz daha huzurlu ve hayata daha umutlu bakmanın çarelerini arıyor lakin siyasetin ve siyasetçinin bu duruma imkan verdiği yok ama daha da kötüsü her gün değişen yapay gündemler sonucu vereceği de yok.
Siyasetin hayatımıza tamamen egemen olduğu, siyasetsiz bir dakika bile geçirmenin mümkün olmadığı zamanlarda yaşıyoruz, “dünyanın gelişmiş ülkelerinde de bu durum böylemidir.? “şeklindeki soruya da tam teşekküllü bir cevap bulamadığımızdan kendi çemberimiz içerisinde dönüp durmaktan başka bir yol bulamıyoruz.
Son dönemlerde hayatımızın nerede ise tamamının siyasete endeksli olduğunu, bu durumunda sakin bir hayat sürmekten başka hiçbir amacı olmayan bizim gibi insanlara siyasetçiler tarafından dayatıldığını iyiden iyiye düşünmeye başladık.
Vatandaş 7/24 yazılı, sesli, görsel medyadan pompalanan bu acımasız dayatmalardan bir nebze olsun kendisini kurtarabilse, sağ salim kafa ile düşünme imkanı bulabilse, hayatın sadece siyaset demek olmadığını bu dünyada dostluk, arkadaşlık, şiir, edebiyat, tarih ve güzel sanatlar gibi olguların da bulunduğunu anlayabilecektir.
Bizim nefes nefese yaşamak zorunda kaldığımız bu durumu büyük şair Atilla İlhan 'Ben Sana Mecburum' isimli şiirinde;
İnsan bir akşam üstü ansızın yorulur
Tutsak ustura ağzında yaşamaktan
Kimi zaman ellerini kırar tutkusu
Bir kaç hayat çıkarır yaşamasından
Hangi kapıyı çalsa kimi zaman
Arkasında yalnızlığın hınzır uğultusu..
şeklinde muhteşem bir tespit yaparak doğumdan ölüme kadar geçen zaman dilimini ustura ağzında yaşamaya benzetir.
Belki içerisinde yaşadığımız coğrafya vesilesi ile belki de millet olarak kendi yapımızdan kaynaklanan yaşam şeklimiz dolayısı ile Türk insanı kendi kendisini oldum olası ustura ağzında yaşamaya mahkum etmiş bir şekilde yaşayıp duruyor.
Bizim anlatmaya çalıştığımız ustura ağzında yaşama felsefesini sadece siyaset ile sınırlandırmak son derece yanlış bir o kadar da eksik olur.
Hayatı anlık yaşamak, bütün işleri belki isteyerek belki de mecburen son dakikaya bırakmak gibi bir geleneğe sahip olduğumuzdan, bütün bir hayatımızın ustura ağzında geçtiğini söylemek sanıyoruz fazla iddialı bir ifade olmaz.
Hayatı ustura ağzında yaşamak zaman içerisinde bizi var olan zorluklara karşı şerbetli olmaya doğru yönlendiriyor.
Bu şerbet hali dolayısı ile bizim dışımızdaki coğrafyalarda yaşayan insanları büyük şaşkınlıklara ve hayal kırıklıklarına uğratan olaylar bizim için sıradan hadiseler olmaktan öteye geçmiyor.
84 milyon vatan evladının ustura ağzında yaşadığı bir memlekette mesela sabah işe gitmek için durakta otobüs bekleyip, akşam eve dönme hayalleri kurarken, bir an da durağa dalan bir otomobil sizinle birlikte orada bekleyen herkesin hayatında bir daha tamir edilmesi imkansız yaralar açabilir.
Herhangi bir caddede, sokakta yürürken durduk yerde başlayan bir kavgayı ayırmak isterken bir an da kendinizi kavganın tarafı olarak bulabilir, “sana mı kaldı kavgayı ayırmak” diye bağıran birisi tarafından öldüresiye dayak yiyebilir ya da herhangi bir silahla yaralanabilirsiniz.
Ömrünüzün büyük bir kısmının geçtiği işyerinde "Artık yaşım belli bir noktaya geldi, bundan sonra biraz vites küçültüp sakin bir hayat sürebilirim" diye düşünüp sabah çalıştığınız yere gidebilmek için kartı turnikelere okutup, bir türlü yeşil yanmayınca iş akdinizin sona erdiğini anlar ve travma geçirmek durumunda kalabilirsiniz.
Aracınızda son derece güvenli bir şekilde yapıldığını düşündüğünüz bir otoyolda ilerlerken, bulunduğunu yoldan biraz daha yukarıda bulunan geliş yolundan aracınızın üzerine ağır tonajlı bir aracın düşmesi bu memlekette artık çok sık görülen bir hadisedir.
Hayatımızın nasıl ustura ağzında olduğu ile ilgili daha pek çok örnek vermek mümkün.
Böylesi bir hayat süren kitle zaman içerisinde 'Felekten bir gün çalmak, bedavadan yaşamak, öbür tarafa gidip gelmek' gibi ifadeler nerede ise bir yaşam tarzı olarak hayatımıza girmiş durumda.
İçerisinde yaşadığımız bu hayat bir taraftan bizi karşı karşıya kalacağımız daha büyük zorluklara karşı hazırlıklı olmaya iterken bir taraftan da, “Dünyaya rahat bir hayat sürmek için gelen ve ismi Allah katında yaratılan canlıların arasında en şereflisi olan Eşref-i Mahlukat olarak bilinen insan acaba bu kadar ezaya cefaya layık mıdır ?” sorularını daha fazla gündeme getiriyor.
Bu coğrafyada, biraz ilim ve teknik gibi konulara uzak kalmaktan bunlara bağlı olarak biraz da boş vermişlikten olsa gerek, yaşadığımız hayatı bir türlü ustura ağzından kurtaramıyoruz.
Bizim ömrümüzde ortalama bir Türk insanı olarak bir türlü ustura ağzında yaşamaktan kurtulamadı.
Sürekli mücadele etmekten bıkmamamıza rağmen;
“Bizim de yaşadığımız hayattır kardeşim
biz de soluk alıp vermedeyiz
yani her insan gibi sevmekteyiz, sevilecek şeyleri
bir kır çiçeğini çimeni toprağı börtü böceği
kurban bayramlarında kınalı koçları “
mısralarında olduğu gibi hiç değilse sığınabileceğimiz, ustura ağzında yaşamaktan bir nebze olsun kurtulabileceğimiz sakin bir liman bulmaya ve o limanda demirleyip kalmaya çalışacağız.
Bu kadarına da hakkımız olduğunu sanıyoruz.